krdnzdn

9 Nisan 2014 Çarşamba

Trabzon'da bir dolandırıcılık öyküsü

  Eminbey, bu sitede adından sıkça söz ettiren kişidir, zaman zaman ama şimdiye kadar hep “sustuğu”, en yakınlarına bile anlatmadığı, ama içten içe hep kendisini sömüren o “kullanılma” duygusunu bir kenara bırakıp,  sırf “etik” olmaz diye bugüne dek sustuğu ve anlatmadığı dolandırılmasının hikayesini anlatacak bana. Tabiî ki bende siz sevgili, saygıdeğer okurlarımıza bir “ibret vesikası” olsun babından aktaracağım. Önce biraz eminbey’den söz etmeliyim, nasıl biridir, bunu dolandıran o “arkadaş” bildiği ama hayatının en büyük darbesini yediği o insanlar, aslında bu Eminbey’in ,“iyiniyetini” nasıl istismar ettiler, onun hikayesini aktaracağım. Belki sizlerinde vardır o tür “arkadaş”ları, hani eminbey’in canı yandı, bari başkalarının başı yanmasın diye..


ozay_kucukertunc_1 ozay_kucukertunc
 Eminbey, işçi emeklisi bir insan. Ama cebinde taşıdığı bankaralara ait kredi kartlarının limitleri çok yüksek. Mesela sizler, yanı bu yazıyı okuyanlar olarak kaçınızın bir bankadan eski değerlerle 18 milyar, şimdiki değerle 18 bin liralık, bir diğer bankanın 6 bin 100 lira kredi kartı limitiniz var? İşte eminbey’in böylesi bir itibarı var bankalarda. Zaten o “arkadaş” bildiği insanların da umuru, zaten eminbey değilmiş, o kredi kartlarının limitleri imiş. Zaten Eminbey’in bunu anlaması da, o kredi kartlarındaki tüm limitlerin kullanılmasından sonra oluyor. Ama iş işten geçmiştir. Sonrası icralar, mahkemeler, hacizler vs.iki çocuğu var Eminbey’in, kızının düğünü olacak, oğlu üniversite öğrencisi ve “arkadaş” bildiği insanların acımasızca bir planına kurban ediliyor. Anlatıyor eminbey;

26 Ağustos 2012 Pazar

Batum’da 12 saat..


Onaltı  yıl öncesiydi son gittiğimde, bu da üçüncüsü oldu Batum’a gidişimin.Bayram sonrasıydı ve Kırşehir’den gelen çocukluk arkadaşım Sait ve yanındaki  arkadaşı vesile olunca, o misafiri Ömer’in aracıyla, ani bir kararla  gittik. Hiç düşünmediğim bir zamanda oldu Batum ve Kaboletti gezimiz , hani “ateş almaya mı geldin” denir ya, öylesi ne 12 saatlik bir gezi  . Gezide “kuyruk” sıkıntılarına katlanılmaz aslında ama  3 saatlik bir kuyruk bekleyişimiz bile sabrımızı zorlamadı. Sarp sınır kapısında, geceyarısını çok geçmişti Gürcistan’ın Acara Özerk Bölgesi ‘nin Başkenti Batum’a  geçtiğimizde..
Sarp’a   tünel çıkışıyla ulaştığımızda  genç bir polis bizi ters yöne yönlendiriyor. “Gürcistan’a gidiyoruz” dediğimiz halde, gülerek, “önce sıraya girin, kuyruk var” diyor, gecenin o saatinde iki kilometre kadar uzamış araç kuyruğuna giriyoruz. Araçlar geçiş yaptıkça sıramız ilerliyor. Araçta şöförü bırakıp biz çay içmek için cafeye gidiyoruz, genç bir sanatçı Mert  Şenel,  Türkçe, lazca ve kürtçe türküler söyleyerek canlı müzik yapıyor,  Sarp köylüsü veya Gürcistan’a geçmek için  sıra bekleyenler de  horon oynuyor. Biz son parçayı dinleyebiliyoruz, ardından da Mert’le konuşuyoruz. Mert ve arkadaşları, “Abi, ne işiniz var Batum’da  oradaki aynıları burada, Kemalpaşa ve Hopa’da da var, boşuna gitmeyin, Karşı tarafta sadece kumar, fuhuş ve akaryakıt,  eğlence bizde de   var”diye  sanki Batum’a her geçenin  kadın muhabbeti için gidiyormuş gibi bir önyargı ile uyarıyorlar. Ardından  Rize’den arkadaşları ile buraya gelen ve arkadaşları Batum’da olduğu halde onları bekleyen Samet Köse ile konuşuyoruz, o da diğer gençler gibi aynı şeyleri söylüyor.
Araç  kuyruğundan yüksek bir ses geliyor, o tarafa yöneliyoruz, yaşlı bir  araç sahibi araya giren başka bir araca itiraz eder oluyor,  iki genç  o adamın yanına gidip bir şeyler konuşunca adam itiraz edemiyor ya da susuyor!. Burada araç kuyruğu tabi özel araçlar için, Tır ve Yolcu otobüsleri  sıraya tabi değil. Sarp  köyünün gençleri, bir miktar ücret karşılığı meğer istedikleri aracı diledikleri şekilde aralara yerleştirerek  “Her horoz kendi çöplüğünde öter” misali harçlıklarını çıkarıyor. Biz o tartışmayı izlerken bu kez ayrı bir tartışma da Hopa Kaymakamlığı Kimlikle Geçiş İrtibat bürosunda oluyor. Biz araçla gittiğimiz için o irtibat bürosu ile işimiz olmaz sanıyorduk taki Samet bizi uyarıncaya kadar. Meğer orada da özel geçiş belgesi hazırlanıyor, kişi başına bir liralık ücret karşılığında.Araç başka bir tarafta biz başka bir tarafta sıra bekliyoruz, o sırada  İki gençte  Batum’a giden araçlar arasında özenerek dolaşırken, .” Abi benim yaşım 17,5, az kaldı, 18 yaşından küçükler yalnız başına Batum’a geçemiyor,  ancak aileleri ile gidebiliyor.”diye yakınıyor.Üç saat bekleyişimizin ardından girdik polis ve Gümrük  kontrollerine, ardından da Gürcistan gümrük ve polisindeki kontroller çok uzun sürmedi.
Bizim Artvin’in Hopa ilçesi, Kemalpaşa beldesine bağlı Sarp köyünün diğer yarısı yani Sarpi’den itibaren yolun sağında önce Andrea Pirveltsodebuli’nin heykeli, ardından da Hz.İsa'nın On İki Havari’sinden biri olan Aziz Matthias’ın mezarının bulunduğuna inanılan  Gonio kalesi dikkatimizi çekiyor.. Kalenin hemen yanından da  ülkemizde Bayburt’tan doğan Çoruh nehrinin denize döküldüğü deltayı zaten görüyoruz.Batum havalimanı da bu delta da yer alıyor. Batum,  bizim Batum, orada da Batumi diye adlandırılan Gürcistan’ın Acara Özerk Bölgesi’nin başkenti  bir liman şehri. İstanbul’a 1264 km, Trabzon’a 215 km ve Rize’ye de 94 kilometre mesafede  olan 180 bin nüfuslu bir kent.
Batum’a ilk olarak 1995 yılında 3 günlük bir gezi için gitmiştim, o resmi gezide o zamanki Acara özerk Bölgesi’nin cumhurbaşkanı Aslan Abaşidze’nin davetlisiydik. Sonraki gidişim 1996 yılında Sarp sınır amirinin resmi makam aracı ile 3 saatlik bir özel geçişti. 31 Mayıs 2012’den itibaren Gürcistan ile Türkiye arasında vizesiz geçişler başlayınca giriş-çıkışların her iki ülke arasında çoğalması, oraya gidip gelenlerin “Batum on senede Gürcistan’ın Dubaisi olur” gibi çok iddialı değerlendirmeleri duyar olmuştum. Bir de kendim göreyim istedim zaten. Gördükten sonra o Dubai benzetmelerini yapanlara haksızlık olmasın ama  Batum ve çevresinin Türkiye’nin kırk yıl öncesindeki halini yansıttığını söyleyebilirim.
Batum dendiğinde ülkemiz de akla ilk gelen  kadın, kumar, bar, pavyon(disko)  ve oteller gibi eğlence ve konaklama yerleri ile ucuz akaryakıt. Evet bunların hepsi var ama daha da ötesinde orada farklı bir kültür ve bizim bilmediğimiz, tanımadığımız bir hayat var. O akla ilk gelen eğlence sektörünün cilalı ve gösterişli yeni binalarının arka sokaklarında tam bir sefalet ve yoksulluk var. Eğlence yerleri, Trabzon, Rize, Artvin veya Hopa’dan gitmiş, o sektörde çalışanlar tarafından  Gürcü ortaklarla birlikte işletiliyor. Sadece kadınlar Gürcü veya Azeri, garsonların bir kısmı yine Türk. Gelen hesaplar da Türkiye’deki gece hayatının standartlarında, fark yok gibi. Bana sanki Batum’daki gece aleminde olan kadınlar, bir gece Hopa, Kemalpaşa ve çevresindeyse , bir diğer gece de Batum’da dönüşüm yaparak çalışıyorlar gibi geldi. Çünkü, sınırdan bir geçiş sınırlaması yok.
 Batum’a giderken Türkiye tarafındaki araç kuyruğu ve Gümrük’teki bekleyiş süresi, Gürcistan tarafında yok ve zaten görevlilerin çalıştığı mekanlar, bizim polis ve gümrükçülerimizin çalıştığı mekanlardan daha şeffaf ve çağdaş mekanlar. Oysa her iki tarafta buradaki gümrük binalarını aynı zamanda yaptı. Batum’da çok katlı birkaç bina göze çarpıyor, limanın hemen batısında kalan orta caminin minaresinden uzun binalar işte. Halen devam eden inşaatlar bitse de şehrin silüetinin öyle kolay kolay değişeceğini sanmıyorum ama evet on altı yıl öncesine göre Batum, çok değişmiş, gelişmiş ve modern bir şehir olmuş. Batum’da  elektrik sayaçlarının evlerin dışındaki elektrik direklerine takılmış olması dikkatimizi çekti. Böylece Sayaçlar, direklere konularak, elektrik kaçaklarının önlenmesi kolaylıkla sağlanabiliyor.
Sabahı Batum limanında karşıladık. birkaç balıkçı, oltalarla kefal yavrusu avlarken Limana bir büyük  turist gemisi yanaşıyor.Kahvaltı yapalım dedik, ama tıklık tıklım dolu olan “24 saat cafe”de yer bulamadık.  Çay bulduk ama börek, ya da kahvaltı yapacak bir şey bulamayınca(!) kahvaltı bahanesi ile daha önceki gidişimde konakladığımız Osmanlı dönemindeki adı Çürüksu olan Acara Özerk Bölgesi’nin Antalyası denebilecek Kabuleti’ye geçelim dedik. Pazar sabahı, halk pazarının kurulduğu büyükçe bir meydanda fırın gördüm, yarım saat sonra ekmeğini çıkacağını öğrendim. Taze ekmek alırız diye sevindim ama  gezmeye devam ederken o Pazar yerindeki tuvalete girdim,ücret alma yerinde bir güzel kız oturuyor,  kapıları bir insanın boyundan kısa ve kapıları açık bir garip yer. Adam, tuvalete oturmuş, kapıyı bile kapatmamış halde hecat gideriyor, bir diğeri gelip kapıyı eliyle tutup hacet gideriyor.Tuvalet demeye bin şahit lazım, Tiksindim, çıktım.
Hemen yakından gelen sesler üzerine kapısı açık bir domuz mezbahasına gittim, kafeslerdeki domuz yavruları böğürüyor, bir pis koku ki sormayın, midem bulandı artık. Bir ekmek aldım tava ekmeği ama o görüntülerden sonra hiçbir şey yememeye karar verdim. Pazardan  aldığım pestil, üzüm, şeftali, domates, salatalık, kestane, incir gibi meyvelerle idare ettik.Döndükten sonra  bizim Fatih Şahin’den duydum, Orta camiye gitseymişiz, orada Arhavili bir dönercinin güzel yemeklerinden yiyebilirmişiz ama bir sonraki sefere artık. Birlikte olduğum arkadaşlarda ekmekte bile “domuz yağı vardır” diye ısrar edince, aldığım ekmeği de atmak zorunda kaldım. Yeni açılmış bir pastahanede birer çay içtikten sonra Kaboleti’den ayrılıp, Batum yolu üzerindeki Botanik bahçesine gittik. Botanik bahçesine kişi başına 6 lari vererek girdik, elbette ağaç çeşidi ve doğa olarak mest olduk. Botanik bahçesine özel yan tarafları açık özel araçlarla isterseniz tamamen gezebiliyorsunuz yoksa yürüyerek bu ağaç koleksiyonunu tamamen gezmeniz saatler alabilir.Ben zaten hayrandım bu parka, arkadaşlarımda mutlu oldular. Yeri gelmişken botanik Park kısaca;
“Batum Botanik Bahçesi (Gürcüce: ბათუმის ბოტანიკური ბაღი / Batumis Botanikuri Baği). Acara özerk cumhuriyetinin yönetim merkezi Batum’un dokuz kilometre kuzeyinde, 111 hektarlık alana yayılan botanik bahçesi. Karadeniz kıyısında yer alır ve halk tarafından Mtsvane Kontshi (Yeşil Burun) olarak adlandırılır. Batum Botanik Bahçesi, Eski Sovyetler Birliği’nin en büyük botanik bahçesiydi. Batum Botanik Bahçesi’nin kuruluşuna 1880’lerde Rus botanikçi Andrey Nikolayeviç Krasnov (1862-1914) ve kardeşi General Pyotr Krasnov tarafından başlandı. Resmen 3 Kasım 1912’de açıldı. Bahçe, iki yetenekli bahçe uzmanı ve dekoratörü Fransız D’Alphonse ve Gürcü İason Gordeziani tarafından düzenlendi. Bahçe, Sovyet döneminde daha da genişletildi. Batum Botanik Bahçesi’nde, Kafkasya’ya özgü bitkilerin yanı sıra, Uzak Asya, Yeni Zelanda, Güney Amerika, Himalayalar, Meksika, Avustralya getirilen 2037 bitki türü bulunmaktadır. Bunların sadece 104 türü Kafkasya’ya özgüdür. Batum Botanik Bahçesi, eskiden Gürcistan Bilimler Akademisi tarafından işletiliyordu. 2006 yılından bu yana ise bağımsız bir kurumdur.”(wikipedi)
Birlikte gittiğim arkaşlarımdan Ömer, matematik öğretmeni, sait de sosyal hizmetlerci. Gösterişli binaların arkasında saklanan yoksulluk, turistik rehberlerde olmayan gerçek yaşam koşulları, o Pazar yerlerinde göze çarpıyor. Gürcistan’ın para birimi lari ve bizim paramızdan daha değerli. Bizim yüz liramız, sınırdan ilk girdiğiniz de 85 lari, şehirdeki döviz bürolarında 89, 90 ve  92 lari. Ufak bir ekmek 1 lari,  Pazardaki Domates’in bir kilosu 2 lari, bir kilo üzüm 2,5 lari, salatalık 2 lari, 1 fincan çay 1 lari. Kestane balının fiyatını sordum birkaç yerde,16 lari, 22 lari ile 35 lari arasında değişti fiyatlar.  Türkçe bilen uyanıklar 35 lari diyen...................yazının devamı için tıklayınız

2 Nisan 2012 Pazartesi

Arıların, nesline yasakladığı Çuha çiçeği



Şehirlerde park ve bahçelerde genleri ile oynanmış halini görmüş olsanız da Karadeniz Bölgesi’nin “bahar müjdecisi” olduğu kadar, fındıklıkların veya çay bahçelerinin her yanında görebileceğiniz Mart çiçekleri (Çuha) ile Arı’ların öyküsü varmış meğer, bu yaşıma kadar duymamıştım. Fındıklıklarda kendiliğinden yayılan mart çiçeklerinin fotoğraflarını çekerken, yeğenim bu çiçeklerle arıların küs olduklarını söyledi. O da bu Mart çiçeklerinin kendini beğenmiş olmasından kaynaklanıyormuş meğer.
Bizim Keltemel adını verdiğimiz fındıklıkta bolca vardır mart çiçeklerinden, Mart ayında açtıkları için de Karadeniz’de adı “mart çiçeği” olarak bilinen Çuha çiçeklerine arılar konmazmış meğer. Bunu bilmiyordum, çok okuyan ve anlatılanları hiç unutmayan ve sürekli gülecek bahaneleri olan yeğenim Macide ile mart çiçeklerinin bol olduğu yerdeyiz. Ben fotoğraf çekerken, “Arı’larla küsdür o mart çiçekleri dayı” dedi. Hiç böyle güzel çiçeklere arı konmaz mı diye düşündüm bir an, sonra çaktırmadan dikkatle izlemeye koyuldum. Arı vızıltısı duyunca da onu takip etmeye başladım, çok küçük yabani çilek çiçeklerine konuyor ama gerçekten arı mart çiçeğine konmuyor. “neden küsmüşler peki” diye sordum Macide’ye, hem nerden bildiğini sordum tabi. Dedesi Ori Mustafa Baytürk anlatmış ona da, Arılarla mart çiçeğinin neden küs olduklarını.
Öykü bu ya güya soğuk kış günlerinin geride kalması ile doğaya yayılan arılar, güzelliğinin farkında olan  ve bunun havasını atan mart çiçekleri, kendini beğenmiş, böbürlenmeyi seven yapısı ile Arı’ya, “Ben olmasam sen bir işe yaramazsın ve bende o kadar çok polen var ki, ben olmasam sen yaşayamazsın” diye laf etmiş, bunun üzerine Arı tavrını koymuş, gururu kırılmış tabi ve Mart çiçeğine dönüp, “sen mi bana hava basıyorsun, sana minnet edip, sana konacağıma gider on tane başka çiçek gezer, sana minnet edeceğime gider  onlara konarım da sana konmam,  kendini beğenmiş sende” diye söylenip, nesline de Mart çiçeklerine konmayı yasaklamış. İşte o gün bu gündür  Arılar, mart çiçekleri (Çuha)ne konmazmış.
İlginç bir öyküydü, hoşuma da gitmişti tabi, daha bir özenle neredeyse Mart çiçeği tarlası olmuş Yakup amcanın fındıklığına geçtim ve Arı’ları izlemeye koyuldum. Arının biri geliyor mart çiçeğinin üzerinden geçiyor, yanındaki kendisini eğleyemeyecek bir çiçeğe konuyor ama Çuha çiçeğini es geçiyor, bu bir iki üç derken, hani diyorum kendi kendime “bu arı konmadı ama başka bir arı mutlaka konar” ama yok, kaç tane arı gözlemlediysem hiçbir tanesi konmadı. Ha bir ara bir tanesi beyaz bir mart çiçeğine koydu ama anında kalktı, belki de çiçeğe nazire yapmak içindi, onu anlayamadım. 


Mart çiçeklerini çocukluk yıllarımız da toplar yerdik biz, bir baktım Macide de bu çiçekleri ağzına dizmiş, yiyecek sanıyorum ama yok o 5-6 çiçeği sıralı bir şekilde dudaklarının arasına almış, üfleyerek mızıka çalıyor. Ben onu da bilmiyordum bu kez bende topladım o çiçeklerden ve üfleyerek Macide ile küçük bir müzik grubu oluşturduk. Nefesi kontrollü kullanarak çaldık bir süre ama yorulunca bıraktık Mart çiçeği müziğini. Tam çocukça bir şey oldu ama çok da hoşuma gitti hani. Bunu da Macide’ye çaktırmadım tabi. Ardından ben yine Arıları izlemeye koyuldum ve öylesine kendimi  vermişim ki, yeğenim Macide’nin bana seslendiğini hatta beni bırakıp eve çıktığını bile fark etmemişim. 
Ha öyküsü bir tarafa gerçekten de Arılar, Mart çiçeklerine neden konmuyor. Mart çiçeklerinin çiçek özünün bulunduğu kısım çok dar ve uzun olunca  Arılar, bu çiçeğin “bal”lı kısmına ulaşamıyor ve boşa zaman harcamıyor anlayacağınız. Sadece güzel görüntüleri değil tabi Doğa’nın canlanmasının haberciliği de değil Mart çiçeklerinin insan sağlığı üzerinde de Spazm çözücü, yatıştırıcı ve rahatlatıcı özelliğinin yanında  migren ağrıları için de olumlu etkileri var.


Çuha çiçeklerini toplayıp, Kurutun


Çuha çiçekleri kuruduktan sonra, bu kez şifa vermeye başlar. Bunu için çiçekleri parçalara ayırarak kurutup bir kavonazda saklamanızı öneriyoruz. Daha sonra sıra çuha çiçeği çayı yapmaya geliyor. Kurumuş çiçeklerden bir ya da iki tatlı kaşığı alıp, bir bardak kaynar suda 15- 20 dakika demlendirip içiyorsunuz. Günde iki ya da üç kez içebilirsiniz. Spazm çözücüdür, yatıştırıcı ve rahatlacıdır, migren ağrılarını azaltır.
Mart Çiçeği (Çuha Çiçeği)
Anayurdu Çin’dir. Memleketiyse Karadeniz Bölgesi'nde fındıklık ve arazilerde tür...............yazının devamı için tıklayın

25 Kasım 2011 Cuma

Karadeniz'in süslü inekleri



Karadeniz insanı, sütü ve süt ürünleri elde etmek için beslediği hayvanlarını da kendisi kadar düşünen insanlardır. Hele kadınlar, onların inekleri  süslemek için dokuduğu, aldığı, taktığı takılar, hayvanlara ne kadar  sevgi beslediğinin ne kadar saygı gösterdiğinin de bir nişanesi ve bir vefa duygusudur aynı zamanda. Çünki, Karadenizlinin bir danası(buzak) olduğunda daha doğduğu anda ilk olarak ona bir isim verilir. Ve o hayvan, o isimle büyütülür ve aile bireylerinden biri halini alır.  Yaşar, Gülistan, yadigar,hatun gibi..
Karadeniz’e yolu düşenler rastlamıştır,hele yayla mevsimi ise yollarda veya  belki de fotoğraflardan da görmüş olanlarınız mutlaka olmuştur.Karadeniz’de, kafalarında rengarenk püsküllerle süslenmiş  hayvanlar olur.  Mutlaka merak etmişsinizdir de değil mi? “Neden bu hayvanları böyle süslerler?”, “hayvan bu süslerden ne anlar?”,ya da “gereklimidir hayvanın süslü olması?” gibi aklınıza gelebilir. Ama eğer, siz bir Karadenizli iseniz ve o hayvan, evinizin bir bireyi oluvermişse, evet süslenmesi gerekir, çünkü o hayvanın o evin hiçbir bireyinden farkı yoktur. Öylesine sevilir, öylesine sahiplenilir ve öylesine süslenir işte. Hem yayla yolu derken iki günlük yaya yoldur ve o yolda hem o hayvanların süslemeleri ile uğraşmalar anlatılacak, hangi boncuk hangi katma (iplik) nasıl yapılmış veya nerden alınmış o yolda hep onlar konuşulacak kadınlar arasında, yoksa o uzun yayla yolları başka türlü biter mi?
 Hayvanlar da süsler, yayla yolculuğuna veya bahar ayından itibaren ahırdan dışarı çıktığında hem kem gözlerden korunmak (nazar değmesin)ve hem de kolayca tanınmasını  sağlar. Nazarlık, gerdanlık, burunluk, kaşlık, boynuzluk, zil, Çan ve kelek, hayvan doğmadan önce hazırlanır veya çarşıdan pazardan da alınabilir. Veya daha önceki hayvanlardan kalmış, ahırın bir köşesinde saklanmış, asılmış da olabilir. Ahırdan çıkarılmadan hayvan temizlenir ve kafasına, boynuna, gerdanına takıları takılır ve öylece ahırdan çıkarılır. Hayvandaki süs, bir nevi onu bakan insanın hayvana verdiği önemi, değeri ve saygıyı da gösterir tabi.kimileri, bu yüzden hayvan süsleme de abartıya da kaçmış olabilir. Hayvanın görüş alanlarının sınırlandırılması gibi, püsküllerin gözleri kapayacak şekle dönüşmesi gibi mesela.Fakat, süslenen o ineklerle sizde yolda yürüdüğünüz de anlarsınız süslü hayvanın edasını, olgunluğunu ve üzerine aldığı sanki daha farklı bir sorumluluk bilinciyle hareket ettiğini görürsünüz. Hayvan olması demek ineklerin hiçbir şeyden anlamıyorlar gibi algılanmamalı. 
 Yasemin Yıldız Avdan’ın çevirisi  yazıda;
“İneklerin bilinmeyen yaşamı” başlıklı yazıda;“İnekler de kediler, köpekler ve insanlar gibi türlü türlüdür: Bazısı zeki, bazısı yavaş öğrenen, bazısı cesur ve maceracı, bazısı utangaç ve ürkek, bazısı dost canlısı ve düşünceli, bazısı kabadayı ve sinsidir. Araştırmalara göre, inekler genel olarak olayları uzun süre hatırlayabilen çok akıllı hayvanlardır. Hayvan davranış bilimcileri ineklerin karmaşık yollarla sosyal etkileşimde bulunduklarını, zaman içinde dostluklarını geliştirdiklerini ve bazen de diğer ineklere karşı kin besleyerek onları tehdit ettiklerini keşfettiler.Bu uysal devler ölümün ve hatta sevdiklerinden ayrılmanın yasını tutar ve hatta kayıplarının arkasından gözyaşı dökerler. Anne-buzağı bağı özellikle çok güçlüdür ve buzağılar süt danası veya sığır çiftliklerine satılmak için annelerinden alındıktan sonra, anne ineklerin onları aradıkları ve çılgınca çağırdıklarına dair sayısız belge vardır.” deniyor.
Söz hayvan isimlerinden açılınca aklıma geliverdi. Karadeniz’de Hayvanlara nomal insan isimleri de verilirdi.Yaşar, Adem, Yadigar,Gülistan, Nazlı, nazar,nazlıgül, yaylagül, sarıgül, karagül, Bahçegül,kınalı, bahçecik gibi. Her evde mutlaka büyükbaş hayvanlardan en az iki tane ve yukarısında hayvan bulunurdu.  Ağabeyim bir anısını anlatmıştı. Arife teyzem, büyük teyzemdi. Bir gün bize gelmiş, ağabeyimde sığırları harmanda yayıyormuş, ahıra girmeleri gerektiğinde de bir sığıra “na  yaşar gel yaşar” diye bağırmış. Bu teyzemin ağırına gitmiş tabi. Aradan bir müddet geçmiş, ağabeyim arife teyzemin evine gitmiş. Teyzem, yemek vermek için kedisini çağırmaya başlamış, “gel Osman gel Osman gel, ge sip sip sip sip gee” diyince ağabeyim bozulmuş. Teyzeme, “kedini niye Osman diye çağırıyorsun?” diye sormuş. Teyzemde, “sen sizin sığırı yaşar diye çağırıyordun ya ben de kedimin adını Osman koymuşum, ondan çağırıyorum” diye karşılık vermiş. Ağabeyim, o anda çok bozulduğunu, yüzünün kızardığını, yerin dibine girdiğini ama Arife teyzeme de bir şey söyleyemediğini, ondan sonrada sığıra bir daha “yaşar” demediğini keyifle anlatırken, gülüşüyoruz. Sığıra “yaşar” derken “teyzemin oğlunun adının yaşar olduğunu o ana kadar hiç düşünmemiştim” diye de ekliyor tabi.
Hayvan süsleme geleneği şimdilerde eskisi kadar yaygın olmasa da yine de yer yer Rize, Trabzon, Giresun ve Ordu’nun yaylalarında görülebiliyor. Bu gelenek aslında Trabzon’da çok daha yaygındır, Şalpazarı, Vakfıkebir, Araklı, Sürmene, Maçka, Düzköy, Akçaabat, Yomra, Arsin, Beşikdüzü ve Of’un yayla yollarında süslü hayvanlara rastlamak mümkündür. Süsler, yayla yolculukları boyunca hayvanlarda durur, yaylaya çıkıldığında veya aşağı inildiğinde süslemeler hayvanlardan çözülür ve ahırdaki yerlerini alır, taki tekrar yola çıkılana kadar. 
Araştırdım biraz, Dünya’da  hayvanları süslemek sadece bize ait bir gelenek değilmiş tabi bunu gördüm, mesela “Havasından geçilmeyen inekler ” denilerek Avusturya’nın Salzburg kentinde yaz boyu yaylara kışın çiftlikte yaşayan ineklerinin AP muhabiri Kerstin Joenss..............yazının devamı için tıklayın

13 Ekim 2011 Perşembe

İshakpaşa sarayı'ndan Ağrı dağı görünür mü?


Aklımdadır hep, bizim Doğu veya Güneydoğu Anadolu bölgelerine neden kimse gitmez. Gezi sitelerine baksanız Türkiye dendiğinde hep ya Akdeniz veya Ege veya Marmara Bölgesi’nden ufacık bir dükkan, halıcı veya boncukcuyu yazarlarda bir türlü diğer bölgelere gitmezler. Güya gezicidirler ama Alanya’nın plajı, Çeşme’nin geceleri, Bodrum’un Halikarnas’ı, Fethiye’nin ölüdeniz’i, Antalya’nın kurşunlu, didem ve Manavgat  şelaleri..onlara inat bende  İkinci kez gidiyorum Ağrı, Doğubeyazıt’taki İshakpaşa sarayına. Öyle ya  Dünya’daki ilk merkezi ısıtma sistemine sahip, Selçuklu, Gürcü, Ermeni, İran, Türkistan ve Osmanlı mimarı tarzını yansıtan mozaik bir eser İshak Paşa sarayı.
 Bir önceki gezimiz 2001 yılındaydı ve yolu yapılmamıştı, o nedenle aracımızı sarayın altlarında bir yerde bırakıp, yürüme çıkmıştık. Henüz restorasyonu yapılmamıştı, kapıları açıktı o nedenle de zindanlarına kadar inmiş, gezebilmiştik. İkinci gidişimizde hem yolu vardı ve hem de yol kenarlarında artık restoranları ve dinlenme yerleri de oluşmuş bir turizm merkezi görünümüne kavuşmuştu. Hem zaten gidilebilir olmasının rahatlığı, artık önerilebilecek yer olması anlamına da geliyordu. Şimdi den hem de gözüm kapalı olarak, kesinlikle ölmeden görülmesi gereken yerlerden biri diyebileceğim kadar şiddetle hatta Rizelilerin ifadesi ile haain (şiddetli) önerebileceğim bir yer hem Doğubeyazıt ve hem de tabiî ki İshakpaşa sarayı ve çevresi. Bir yanda Ağrı dağı, bir yanda İshakpaşa sarayı bir yanda da Kürt ulusal destanı "Mem û Zin"’in yazarı Şeyh ,alim, şair Ahmed-i hani ya da  Ehmed Xani (1651- 1707)  Türbesi..


Ta Milattan önce 800’lü yıllarda Urartu döneminden yerleşime açık olan Doğubeyazıt aslında İshakpaşa sarayının olduğu bölgedeymiş ama yıkılmış, yakılmış derken şimdi sadece o saraya 5 kilometre  mesafede kalmış, sanki 5 bin 137 metrelik zirvesi ile  Ağrı dağı’nın adeta gölgesinde Ağrı’nın mütevazi bir ilçesi. Bir çok kaynakta her halde bizim “savaşcı bir millet” olma özelliğimizden(!) olacak, Saray’ın Kartal yuvasını andıran şekilde sanki sırf saldırılara karşı korunsun diye yüksek bir tepeye kondurulduğundan da söz edilse de aslında saray, İpekyolu’nun kontrolünü de amaçlayan bir saray. Topkapı sarayından sonraki en ihtişamlı ve gösterişli İshak Paşa sarayı, Osmanlı İmparatorluğu’nun “duraklama devri” olarak nitelendirilen ve de “lale devri”ni de kapsayan bu örnek mimari eserin yapımına Doğubayazıt Sancakbeyi Çolak Abdi paşa tarafından 1685 yılında başlanıp, 1784 yılında oğlu Çıldır Valisi İshak Paşa(ikinci)  ve torunu Mehmet Paşa tarafından tamamlandığı tüm kaynaklarda belirtiliyor.


Sarayın hemen önündeki levhadaki tarihçesi;
"1685 yılında İshakpaşa'nın babası Çolak Abdi paşa tarafından başlanan saray oğlu ishakpaşa tarafından tamamlanmıştır.1784.7600 metre kare alanı kapsayan binanın oturduğu zemin kayalıktır.Duvarların yüksekliği 12 ile 15 metre arasında değişir.İshak paşa sarayının planında türk sarayları geleneği düşünülmüş  ve bina teşkilatı kimeler şeklinde içiçe iki avlunun çerçevesinde toplamıştır.Birinci avluya ikinci avluyu tonozlu bir geçit bağlar.(10 metre uzunluğundadır).ikinci avlunun dört yanı bina kümeleri ile çevrilidir.sağ tarafta sarayın mabeyni ile selamlık teşkilatının bina kümeleri, bir cami ve camiye bitişik bir türbe yer almaktadır.kesme taşlarla muntazam olarak yapılan binanın görkemli yerlerinden birisi de som çelik kaplama kapısıdır.Bu kapı 1917 yılındaki Rus istilası sırasında Moskova’ya taşınmış olup halen Moskova müzesinde bulunmaktadır.(dense de bu som altın kapının aslında Saint Petersburg(Leningrad) kentindeki Dünyaca ünlü Hermitage Müzesi'ndedir)  1685 yılında inşaatına başlanan sarayın kalorifer,kanalizasyon ve su tertibatı bulunmaktadır.sarayın arkasındaki bahçe harem dairesinin  dinlenme yeridir."
“kartal yuvası” benzetmesini yapanlara hak veriyorum tabi, hele şimdiki haliyle. Saray da Selçuklu, Osmanlı, ve Türkistan gibi Ulusal Türk Mimarlık tarzı denmesinin yanında, yabancı kaynaklarda saray mimarisinde Selçuklu ve Osmanlı’nın yanı sıra Gürcü, Ermeni, İran tarzlarından da söz ediliyor. İshak paşa sarayının tamamlanmasından 21 yıl sonra, Fransa’dan Napolyon’un 1805 yılında İran’a ajan olarak gönderdiği ve İshakpaşa sarayı zindanlarından 4-5 ay yatan P. Amedie Jaubert’in seyahatnamesi veya Fransız araştırmacı Charles Texier’in “Description del Armenie la Perse et la Mesopatamie” kitabında anlattıkları bir yana, elbette  Johan Other, Piton Van Tournefort, Eug Bore, Eli Smith, James Brant, Friedrich Parroth J.B Fraser, Carl Ritter, J. Bront, Salih Hayri, Amedee Le Faure, coğrafyacı V. Guinet, R. Baulanger, Yusuf Mahzar, M. Akok, H. Gündoğdu  gibi batılı ve yerli bilim adamı, coğrafyacı, arkeolog, misyoner, mimar, arkeolog, sanat tarihçilerinin ve seyyahların yazdıklarını tenzih ederek kendimce İshakpaşa sarayını anlatmak istedim. 
“Saray”ları biz Topkapı Saray’ı ile öğrenmeye başladık sıradan bir insan için sarayın çok da fazla bir anlamı ve de önemi yok. Nede olsa biz ne sanat tarihçisiyiz, ne mimar ne de arkeolog gibi özel ilgi alanlarında kitaplar yazacak insanlar değiliz ama seyyahların yazdıkları da onları aratmayacak kadar etkileyici güzel yazılar. Hele İshak paşa sarayını okumakla da geziliyor ama yok ben yinede kaç kilometre uzakta olursanız olun gidilince o uzaklıklara değecek ve sizi mutlu edecek bir görmeden söz ediyorum. O saraya gidinceye kadar ne kadar yorgunluğunuz varsa, saraya ulaştığınızda o yorgunluk için “değer be” diyorsunuz. O görkem, o ihtişam, o bilgi, o sanat ister istemez insanı etkiliyor. Hatta bir de o zindanlarının hikayelerinden haberiniz varsa, o zaman gezdiğinizde tüylerinizin diken diken olduğunu hissediyorsunuz. Mahzenlerin de ben öyle oldum.7 bin 600 metrekare alanda kimi yabancı kaynaklarda 366 odası,  bizde ise 116 odası olduğu yazılan camisi, hamamı,haremi,kütüphanesi, zindanları,sukemeri, türbe, aşevi,  toplantı salonları, eğlence yerleri, mahkeme salonu,çeşitli hizmet odaları, oturma odaları, uşak ve seyis odaları, muhafız koğuşları, erzak depoları, cephanelik,her odada  ocak,  dolap  yerleri kanalizasyon sistemi ve merkezi ısıtma sistemi ile bir külliye.. Hiç bir şeyden anlamasanız da insanın etkilenmemesi mümkün değil kısaca, öylesi bir saray. Hani insan bir resim tablosuna bakarda ondan kendince bir şeyler anlar ya, bizde yanımızda herhangi bir rehber olmayınca aynen o saray karşısında öylece kalakaldık. Hele şimdiki mimarileri de gören bir nesil olarak, acaba o eski mimarlar gibi insanlar olmak çok mu kötüdür diye de düşünmeden edemedik.


Saray, Ağrı dağını görüyor mu?
Çeşitli kaynaklarda da İshakpaşa sarayının neden Ağrı Dağı’nı görmediğine ilişkin efsaneler yer alıyor. ilk gidişimizde Sultan Ahmet Vakfı Başkanı olan İbrahim amcam, Saray’ın çeşmelerinin musluklarının altın olduğunu ve  24 saat süt akıtıldığını belirttikten sonra, “Ağrı dağı, Saray’ı kıskanmasın” diye Saray’ın ağrı Dağı’nı göremeyecek şekilde yapıldığını söylediğinde, görünmez mi koskoca Ağrı dağı diye düşünüyordum Doğubayazıt’tan hareket ederken . Saray’a çıkana kadar da  Mutlaka görür diye düşündüm ama yanılmışım tabi özellikle de sarayın penceresinden Ağrı Dağı’nı görmek istedim ama olmadı, gözükm...............yazının devamı için tıklayın

Ağrı Bildirgesi ve Nuh'un gemisi

Doğubeyazıt’ta çay içerken akşam olmak üzereydi. Doğubeyazıt’ta mı kalmak lazım yoksa Iğdır’a gidip orada mı kalalım diye düşünürken, her ikisinden de vazgeçip, Ağrı Dağı’nın yamaçlarında yapılan şu temsili Nuh’un gemisine gitmeye karar verdik. Ama karanlık çökmeden bu gemiyi bulmalıydık. Kimseye de sormadık, nasılsa yoldan görürüz diye düşünmüştük. Yola koyulduk, Iğdır’a doğru ama o Sarısu vadisinde bir rüzgar esiyor ki sormayın,toz dumana karışıyor. insanı uçuruyor o derece sert bir rüzgardı. Zaten hız yapmıyoruz ama o rüzgarın sizi savurur gibi yapıyor olması da yetiyor. Rüzgarın hani bir melodisi vardır, ıslık gibi işte o melodi ile yol alırken biraz  da daha da fazlası olabilir mi kaygısı ile ürküyoruz ama çok değil tabi.
 Karabulak’a varmadan yolda duran vatandaşın birini alıyoruz arabaya, ona soruyoruz Nuh’un gemisi maketini. İyi ki de almışız, zaten hava kararmaya yüz tutmuş ve Nuhun gemisi maketi de zaten D 975 karayolu, yani E-99’dan da gözükmüyormuş. Elmagöl’e geçmeden yol dan sağa Korhan yaylası yoluna sapıyoruz, Ağrı dağı’na doğru. 1,5  kilometre sonra da zaten gemiyi görüyoruz. Daha yeni yapıldığı her halinden belli, ahşaplar pırıl pırıl parlıyor. Yanına varıyoruz, uzaktan küçük gözükse de yanına vardığınızda Ağrı dağı heybetinde değil ama o doğada insan eli ile yapılmış bir eseri görünce hele bir de yanında dalgalanan flamaları ile bu dağın yamacına insan elinin değmiş olması duygulandırıyor bizi.kilidi yok, kapısından içeri giriyoruz. Orada yukarıda esen o Rüzgar da yok ama soğuk vardı, geminin maketinin içinde ısınıyoruz.Geminin içinde ağaç kokusundan başka hiç bir şey yok. İnsanlar bir eser yapmışlar, ıssız bir dağ başında diyorsunuz ama sadece bu kadar mı?

Veya amaçları neydi? Değil mi? İşin o kısmını ben bu kameti yapanların sitesinden alıyorum;
“Ağrı Dağı’nda deniz seviyesinden 2,500 metre yükseklikte yeni Nuh’un Gemisi’nin yapım çalışmaları çoktan başladı. 10 metreye 4 metre uzunlugundaki gemi, dünya liderlerine sonuçları ağır olacak iklim felaketlerine karşı vaktimiz kalmadığı konusunda uyarıda bulunmak için Greenpeace tarafından inşa ediliyor. Greenpeace Akdeniz Enerji Uzmanı Hilal Atıcı “İklim değişikliğinin sellere, kuraklığa, sulak ve ekilebilir alanların tükenmesine, hastalıklara, savaşa, kitlesel göçlere, insanoğlunun Nuh’un zamanından beri görmediği acılara ve ölüme yol açacağından artık şüphe duyulmuyor. Gezegenimizin doğal koşulları geri döndürülemez bir şekilde değişecek. Siyasi liderlerin ise bu konuda ciddi sorumluluğu bulunuyor.”


Geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler’in bilimsel kuruluşu olan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC ) yayınladığı raporda felaketi doğruladı ve başa çıkmak için yapılması gerekenleri gösterdi: 2050 yılına kadar küresel sera gazı salımları yarıya indirilmeli. G8 ülkelerinin ise  salımlarını 2020 yılına kadar 1990 seviyelerine göre ortalama yüzde 30, 2050 yılına  kadar ise %80 azaltmaları gerekmektedir. Greenpeace’in yayınladığı Enerji Devrimi raporu ise hükümetlerin hemen harekete geçmesi halinde IPCC’nin yapılması gerektiğini belirttiği bu değişikliklerin ekonomik kalkınmaya zarar vermeden nasıl yapılacağını gösteriyor. 
Greenpeace Almanya’dan Andree Böhling ise, “Heiligendamm’da yapılacak olan G8 zirvesinde iklimi koruma konusunda bir çok konuşma yapılacak, fakat bu konuşmaların arkasından Greenpeace’in koyduğu indirim hedeflerine ulaşmak için uygulamaya geçmek gerekiyor. Aksi takdirde G8 zirvesi iklim değişikliğinden sadece bahsetmekle yetinecek ve tarihi bir fırsat daha kaçacak. Başbakan Angela Merkel’in G8’in ev sahibi olarak özel bir rolü olmalı ve Almanya,  2020’ye kadar %40’lık bir indirime gitme hedefini koyarak örnek ülke olmalıdır” dedi.


Nuh’un gemisinin hem aslına, hem de Greenpeace’in yaptığı modeline evsahipliği yapan Türkiye’de ise iklim değişikliğinin ciddiye alınmadığını belirten Hilal Atıcı şöyle devam etti:  “OECD ülkeleri içerisinde sera gazı salımları en hızlı artan ülke Türkiye ve gelişme adına endüstrileşmiş ülkelerin düştüğü hatalar tekrarlanarak tipik bir gelişmekte olan ülke örneği sergileniyor. Hepimiz Türkiye’nin ilk adımları olarak sera gazı salımlarının artışını durdurması ve Kyoto protokolünü imzalayarak tarihi sorumluluğunu kabul etmesi gerekiyor. Kömür ve nükleer gibi ölümcül ve kirli enerjilere yatırım teşvikleri verilmesini hemen durdurmalıyız. İnsanlarımızın hayatları tehlikedeyken bekleme gibi bir lüksümüz yok.”
Durumun aciliyetini göstermek isteyen Greenpeace, Nuh’un gemisinin bir benzerini Ağrı Dağı’na inşa ediyor. Gemi, bir insanın kendisini, sevdiklerini ve bütün canlıları yaklaşmakta olan iklim değişikliğinin sebep olacağı yıkımdan kurtarmak için aldığı sorumluluğu simgeliyor.
40 attan oluşan bir kervan oniki metreküplük keresteleri geminin omurgasının inşa edilmeye başlandığı 2.500 metre yüksekliğe taşıdılar. Önümüzdeki haftalarda Alman ve Türklerden oluşan 20 kişilik bir marangoz grubu geminin yapımını bitirecek. Gemi daha sonra bir dağ kulübesi olarak da kullanılmak üzere 31 Mayıs 2007 tarihinde yapılacak açılışla Iğdır ilçesi yetkililerine teslim edilecek. Törenin bir gün öncesinde ise tırmanışcılar 5.137 metrelik Ağrı dağının zirvesinde dünyanın bütün liderlerini iklimi korumak için harekete geçmeye çağıracak”.


 Iğdır’ın Korhan yaylası’ndaki Nuh’un gemisi maketi, Greenpeace adlı çevreci örgütün "küresel ısınma"ya dikkat çekmek amacıyla için Türk, Alman ve Avustralyalı gönüllülerden oluşan 20 kişilik marangoz ekibince  2007’nin Mayıs ayında yapılmıştı.ve Okan Bayülgen’in okuduğu “Ağrı Bildirgesi” ile 31 Mayıs 2007 de açılmış oldu. Şimdi..............yazının devamı için tıklayın 

Birkaç Guguvak öyküsü



Guguvak..çocukluğumuzdan  bildiğimiz, şapkasını Fes’e benzettiğimiz ve yerden biten bir şeydi. Bize sıkı sıkıya tembihlenirdi, “sakın kendi bulduğunuz guguvağı yemeyin” diye.. bizde ona uyardık ama  yayla yolunda veya yaylalarda gezerken rastladığımız guguvakları da alır, eve gider ve dedeme, neneme veya annemize sorar, eğer yenen türdense öylece yiyebilirdik. Yenmeyecek türlere genelde, yenmesin diyedir belki de ,”zehirli”  yerine  “köpek işemesi” denirdi.Çocukluktan aklımızda Guguvak yani mantarlarla ilgili kalan bilgi sadece bu kadardı. Zehirli olanlara , “köpek işemesi” denmesi de, bizi onlardan uzak tutmak için, “iğrenç”lik ifade eden deyim yerine geçmesiyle onlardan uzak dururduk.
Bizim Guguvak olarak bildiğimiz aslında yenilebilir doğal ortamlarda sisli ve rutubetli alanlarda, yağmur veya çiseden hemen sonra birden bire yetişen mantarlardı. Büyükçe bir guguvağı, Maçka'da ormanın bittiği bir noktada buldum, otların arasında..tamda mangal için yayla yolundayken..aldım, götürdüm.Büyükçe bir mangalda üzerine hafif tuz dökecek ve pişirecek, belki de et bile yemeyecektim, o kadar müthiş bir guguvaktı.Bir yandan et siparişimiz hazırlanırken, kasabın içinde  Mantardan iyi anlayan yöre sakinlerine  sordum, "yenir" dediler. Bir başkası, “yenir ama kurtlanmış, atun oni” dedi. Bir diğeri de, “la pirakun, adam ölecekta derdi sizi mi almış, bırakın yesun, garişmayin ona” diyende oldu. Başkaları da var tabi orada, “nerde buldunuz oni” diyor, sanki bu yıl hiç guguvak görmemiş gibi, belli ki çok seviyor. benim de kanaatim yenilebilir olduğu yönüneydi ve deneyecektim. Çünkü, ben o zamana kadar öylesine büyük guguvak görmemiştim.şöyle tuz döküp, iyi közlü bir mangalda pişmesini seyredecek sonrada tadacaktım. kırdım ortasından ikiye..çok küçükçe kurtlar vardı, kurtları görünce iştahım daha da kabardı!
Yirmi yıl kadar önce Araklı’nın Guguda olarak nam salmış Halilli köyünde kocası gurbette olan 35 yaşlarında bir kadın, 5 çocuğuna yedirmişti topladıkları mantarları ama zehirlenmiş çocukları ile birlikte KTÜ Tıp Fakültesi’nde tedavi altına alınmışlardı ama tabi onlardan bir tek çocuk kurtulabilmişti, o da yemeğe mızmızı olan ve belli ki o yemekten yememiş olmasıydı onu kurtaran. Diğerleri hep vefat etmişlerdi. Onları görmüş, haberini yapmıştık ama her guguvak görüşümde hala onları ürpererek hatırlarım. Fakat, tüm o hatırlamalarıma rağmen yinede bu bulduğum Guguvak, Şemsiye Mantarı’ydı. Bir yerde okumuştum, yanılmıyorsam “mantar kurtlu ise yenilebilir türdendir. zehirli mantarlarda kurt olmaz” diye.. bu bana da mantıklı gelmişti. Öyle ya ona da güveniyordum ama olmadı. birlikte gittiğim arkadaşlarım, "zehirlenir, bir de hastahaneler de uğraşmayalım, günümüz zehir olmasın" diye düşünerek benden  fotoğraf çekilme bahanesi ile  elimdeki mantarı alıp, orada büyük bir gayretle çiğneyip ezdiler, sonrada üzerinde tepindiler.çok üzüldüm.iyi ki bir kaç fotoğrafını çekmişim, tek tesellim onlar oldu.
 
Bir başka Mantara daha üzülmüştüm, o da Bayburt’un Kırkpınar köy yolunda kavaklıkların olduğu bölgedeydi. Kesilmiş kavak ağaçlarının kök kısmında kocaman kocaman mantarları görünce, topladık biraz. Ama oradaki mantarların tamamını toplasak belki 20 kişiyi doyuracak kadar mantar vardı. Birkaç tane aldık. kardeşim “bunlar yenilebilir cinstendir” dedi ve çığ olarak orada tadına da baktık. Bir şey olmamıştı ama o dev gibi olanını, güya bu işten iyi anlayan birilerini bulup, onlara danışıp öyle yemeyi düşünüyordum ama o da olmadı. O mantarı elimde gören bir arkadaşım, “ver biz onu yeriz” diyince ona verdim ama o da yiyememiş korkusundan meğer..,


Karadeniz yaylalarında bir çok çeşidi var mantarın ve ekonomik olarak değerlendirenler yok değil. Maçka’nın Lişer yaylasına giderken karşılaştığımız İstanbul’da ilköğretimde okuyan Fatih Alan adlı bir çocuk, yaz mevsiminde babaannesi ile yaylada yenilebilir mantarın bir çeşidini toplayı, bunları satıp okul harçlığını çıkardığını söylemişti mesela ama ona bile “aman ha, zehirli toplama” diye de tembihlemiştik. Evet, yayla yollarında çok çeşidi var ve bilmeyen insanlar için oldukça tehlikeli bu Guguvak merakı. Mesela yine Zuvas yaylasında Guguvak evelekleri denebilecek bölgeler bile vardır. Cameş cormalarının kenarlarında olan evelikleri, teyzemin oğlu İslam iyi bilir ve o çanta çanta toplar, bunlardan bizde ailece nasipleniriz.
Aslında Mantar diyip geçiyoruz ama mesela,
Wikipedia’nın “mantar” sayfasında konunun ciddiyetini ifade eden şu not vardır, “Önemli Uyarı: Vikipedi mantar maddeleri sadece bilgilendirme amaçlıdır. Buradaki bilgileri kullanarak mantar toplamayın. Zehirli ve yenilebilen mantarları birbirinden ayırt etmek bazen çok zor olduğundan yabani mantarlar sadece uzmanlar tarafından toplanmalıdır.”


Wikipedi'den bakıldığında, "Halk arasında Küf mantarı, Pas mantarı, Rastık mantarı, Maya mantarı, Mildiyö mantarı, Şapkalı mantar, kav mantarı, Puf mantarı gibi çeşitli isimlerle anılan bütün mantarlar, mantarlar (Fungi) alemi içersinde incelenirler. Latince Fungi mantarlar, Fungus ise mantar anlamındadır.Dünyanın her yerinde bulunurlar. Fazla nemli yerlerde daha çokturlar. Yeryüzünde 1,5 milyon kadar mantar türü olduğu düşünülmekte ise de günümüzde sadece 69.000 kadar türü tanımlanmıştır. Çoğu insan, mantarların bitki olduğunu düşünmektedir, ancak mantarlar bitki deği.................yazının devamı için tıklayın